Dünya kalabalık bir yaşam alanı, ve her geçen gün kalabalıklaşmaya devam ediyor.
7,5 milyar insan, dile kolay.
Fakat sadece dile kolay, aslında hiç de kolay bir durumun içerisinde değiliz.
Biz insanlar, basit değiş tokuş mantığıyla başlattığımız ve günümüzde karmaşık bir yapıya çevirdiğimiz ekonomi sistemimizle, büyük insan topluluklarının hem kendi içlerinde hem de diğer toplumlarla olan ilişkilerini belirli bir sistematiğe bağlıyoruz, ve yarattığımız iş alanlarıyla insan topluluklarını düzene sokuyoruz.
Bunun aksi bir durum, yani ekonomi modelinin olmadığı bir dünyanın sonuysa şimdikinden çok daha vahim, sonsuz bir kaos.
Yani burada tartışmamız gereken konu, ekonominin gerekli olup olmadığı değil, belirli amaçlara endeksli yaşamak, insan doğasının bir sonucu, hatta ilişkilerimizi somut bir düzene sokmamız için kurgulanan düzenlerden en önemlisinin bu güne kadar geliştirilen ekonomik modeller olduğunu da söyleyebiliriz.
Burada tartışmamız gereken konu, son 150 yılda iyice karmaşık hale getirdiğimiz ve tamamen büyümeye odaklı olarak kurguladığımız, dünyadaki ekonomik düzenin bizi ne kadar taşıyabileceği.
Yazının başında da belirttiğim gibi, şu an dünya üzerinde yaşayan insan sayısı yaklaşık olarak 7,5 milyar ve ekonomik düzenimizin ilerlemesinin, herkesi ilgilendiren tek bir basit parametresi var BÜYÜME.
Büyümenin sağlanabilmesinin, öncelikli olarak bağımlı olduğu değişken ise, ÇOĞALMA.
Okuduğunuz ekonomi kitapları, tartıştığınız finansal terimler, incelediğiniz yüzlerce grafiği gözünüzün önüne getirdiğinizde ne kadar sığ görünüyor değil mi?
Fakat aslında işin iç yüzü bu kadar basit. Şimdi bu iki kavrama yine basit bir dille fakat detaylara inerek bakalım.
Ekonomi tamamen beklentilerle alakalı bir sistem, tüm dünyada ve dünyanın farklı coğrafyalarında, geleceğe ilişkin beklentiler olumluysa, yatırımlar gerçekleştiriliyor, eğer gelecek beklentileri olumsuza dönmüşse, bu durumda yatırımlar kesiliyor ve bunun bir sonucu olarak bir çok kitle, zincirleme bir şekilde durumdan etkileniyor.
Geleceğe ilişkin beklentilerin olumlu olmasının yoluysa büyüme tahminlerinden geçiyor, ekonomik anlamda ya büyüyeceğiz, ya durağan olacağız ya da küçüleceğiz, üç seçeneğimiz var. İnsanoğlu olarak şu an kullanmakta olduğumuz ekonomi modelimizde büyümeyi sağlayabiliyorsak işler yolunda demek, yatırımlar devam eder, yeni iş sahaları yaratılabilir ve istihdam sağlanır, hiç bir zaman eşitlik olmasa da, insanlar yaşamlarını ekonomik olarak belirli bir seviyede devam ettirebilir. Tersi iki durumda yani durağanlık ve küçülme durumlarındaysa, yatırımlar kesilir yeni işler yaratılamaz istihdam daralır ve insanların refahı zincirleme bir şekilde bozulur.
Kısacası hepimiz doğuştan zengin olmadığımıza göre, yaşamlarımızı mevcut ekonomik dünya düzeni içerisinde devam ettirebilmek için belirli işlerin varlığına ve bu işlerde çalışarak gelir elde etmeye ihtiyacımız var. Bu sayede gereksinimlerimizi karşılayıp insani şartlarda yaşamımızı sürdürebiliriz, bunun için de büyümenin sağlanmış olması ve ekonomide işlerin yolunda gitmesi bireysel anlamda hepimizi ilgilendiriyor.
Şimdi gelelim büyüme ve çoğalma arasındaki ilişkiye.
Ekonomide büyümenin sağlanabilmesi için, basit arz talep dengesinin kurulu olması, yani insanlar tarafından yaratılan taleplerin yine insanlar tarafından yaratılan arza eşit seviyede veya arzın üzerinde olması gerekmektedir. Yeter miktar talebin oluşturulamadığı ekonomik modellerde büyümeden söz etmemiz de mümkün değildir. Yine çok basit bir tabir ile, şu anda 7,5 milyar insandan oluşan bir arz-talep piyasasından bahsettiğimize göre, bu gün çoğalma hızımızda bir düşüş yaşandığında, önümüzdeki 10 yıl içerisinde 7,5 milyar insan seviyesinde kalacağımızı söyleyebiliriz(yaşam sahnesinden çekilenler ve yaşam sahnesine yeni katılanların dengede olacağı bir senaryoda).
Bu durumda talebi oluşturacak insan adedinde çoğalma söz konusu olmayacağına göre, talep seviyesi 10 yıl sonra yaklaşık olarak bu günkü seviyelerde kalacaktır. Teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak ortaya çıkacak inovatif ürün ve hizmetler bile, talebi oluşturabilecek yeni kitleler oluşmadığında ekonomide beklenen büyüme oranlarını sağlayamayacaktır.
Tüm gelecek beklentilerimiz ve yatırım kararlarımız, büyümenin sağlandığı ekonomik bir düzen içerisinde geçerliyse, bu durumda sürekli olarak çoğalmamız gerekmektedir. Birleşmiş milletlerin nüfus projeksiyonunda, 2020 senesinde dünya nüfusunun 8,3 milyar, 2050 dünya nüfusunun 12 milyar seviyesinde olacağı öngörülmektedir. Bu veriler ışığında çoğalma tarafında sorun yok demektir, yine aynı verilerin ışığında büyüme verilerine dayalı ekonomi modelleri de 2050'ye kadar bizi idare edecek gibi görünüyor (7-8 yılda bir global durgunluk ve krizlerin yaşanacağı, sürekli inovasyonlar ile talebin canlı tutulacağı 30-35 yıllık bir ön görüden bahsediyoruz)
Peki ya sonrası, yani 2050 sonrası?
Büyüme odaklı ekonomik verileri baz aldığımız bir bilinç düzeyi, bizi sürekli olarak yeni ihtiyaçlar yaratmaya ve dünyayı "gadget"lar yani ıvır-zıvır mahiyetinde ürün ve hizmetler oluşturmaya itiyor.
Günümüzün serbest piyasa ekonomisinde, insanoğlunun bam teline dokunabilecek "gadget"lar yaratmak ve bu "gadget"ları pazarlama yetisine sahip olmak en geçerli yüce insan özelliği olarak görülüyor.
Herkesin bildiği bir örnek olduğundan, bu klişeyi ben de kullanıyorum ve Steve Jobs - Apple örneğine burada atıfta bulunuyorum.
Bahsedilen bam teline dokunma mevzusu, sadece teknoloji alanında geçerli değildir, her tür duygu ticaretinde de aslolan budur.
Gördüğümüz gibi, şu anda kullanmakta olduğumuz ekonomik modeller, öncelikle çoğalmamıza, akabinde de, mahiyeti nasıl olursa olsun talebi canlı tutacak ürün ve servisler üretmemize bağlıdır.
İnsanları avucunun içine alan ürün ve hizmetler ortaya koyabilen diğer insan evlatları, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, mevcut ekonominin prensleri ve prensesleridir.
Bu insan evlatlarının içerisinde oldukları sektör ister sporun bir dalı, ister yeni teknolojiler geliştirme, ister performans sanatları olsun, önemli olan tek olgu talebi canlı tutabilmeleridir, cebren ve hile yoluyla olsa bile.
Talep canlı tutuluyorsa, bu durumda ortaya konan ürün ve hizmetin oluşturduğu reel faydanın da hiç bir önemi yoktur. Ekonomi tamamen rakamlara, istatistiklere ve grafiksel yaklaşımlara yoğunlaşmışken, pazarlama da soyut kavramlar bütününü ekonomik verileri canlı tutmak adına seferber eder.
Büyümeye dayalı ekonomik modelimizin bir noktaya kadar ayakta durabileceğini, bir noktadan sonra Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin tepe taklak olacağını görmek çok zor olmasa gerek.
Dünyanın kaynaklarını hunharca tüketiyoruz, elimize geçen her fırsatı daha fazlası ve daya büyüğü için, kendimizi gerçekleştirme ve değer yaratma adına kullanıyoruz. Hem kendi türümüzü, hem de dünya üzerindeki diğer komşu türleri de bu şekilde tehdit altına alıyoruz.
İnsan eliyle yaratılan bu sorunun temelindeyse, büyüme odaklı ekonomi modeli yatıyor. Hiç bir fayda gözetmeksizin, mevcut sistemin korunmasına hizmet eden her türlü iş modeli, yeni ürün ve hizmetler, alıcısını bulduğu müddetçe baş tacı ediliyor ve büyüme odaklı bir ekonomi modelinde baş tacı edilmeye devam edecektir.
Bu aşamada hızlı bir şekilde kral çıplak demenin, asıl sorunun dünya üzerinde kurguladığımız ve geçerliliğini en az 2050 yılına kadar devam ettirecek olan büyüme odaklı ekonomi modelimiz olduğunu kabullenmemiz, sonrasında da ekonomi modelimizi fayda eksenine oturtmamız gerekiyor.
Bu tarz bir ekonomik modeli kurmak için, almamız gereken çok fazla yol, ve aşmamız gereken bir çok engel var.
Öncelikle dünyanın devasa bir küre olduğunu, bu kürenin üzerinde yaşadığımızı, kürenin belirli bir alanı olduğunu ve bu alanı ne yaparsak yapalım genişletemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekiyor, yani büyümeye dayalı ekonomi modeli, yer kürenin çapı itibariyle de sürdürülebilir bir model değil, yer kürenin alanı ne bizim çoğalma hızımızı, ne de yaratmakta olduğumuz "gadget"ların çoğalma hızını karşılamaya yeterli değil.
Kabul etmemiz gereken bir diğer gerçek ise, kurgulanmış ekonomik modellerin daha önce de belirttiğim gibi, bir ahenk içerisinde yaşamamız için insan eliyle geliştirilmiş olduğudur. Bu gerçek, olayın insani boyutuna da göz atmayı gerektirir, ve işin özünde insan evladı olarak rasyonel değil, irrasyonel varlıklar olduğumuzdan, kendimiz ve çevremiz için faydalı olanı değil, anlık mutluluklarımıza ve kişisel tatminimize hizmet eden ürün ve servisleri tercih ederiz, genellikle talebimiz (ve hakkımız!) olan tatmin bize sağlandığı sürece, herhangi bir etik değer gözetme gereği de duymayız.
Özetlersek, sermayenin akışının, kısa ve orta vadeli talep yönünden, uzun vadeli olarak insanlığa fayda sağlayacak iş modellerine, ürün ve hizmetlere doğru kaydırılmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Şu anda dünya üzerindeki hiç bir devlet, büyüme odaklı bir ekonomik modelden feragat edemeyeceği gibi, akademik çevreler ve iş dünyasının ileri gelenleri de işleyen sistemden fayda sağladıklarından, bu konuyu dillendirmek istemeyeceklerdir. Fakat konunun ciddi bir şekilde masaya yatırılmasının gerekliliği de inkar edilemez.